Manchester by The Sea (Yaşamın Kıyısında)

Burhan Kibar
7 min readApr 20, 2022

--

Lee ve Randy konuşurlarken

Gayet depresif geçen bir günün akşamından herkese merhaba. Biraz önce izlediğim Manchester by the Sea filmi hakkında konuşmak için karşınızdayım. Buna bir film analizi denir mi bilmiyorum, pek umurumda da değil açıkçası bir şeyleri kendimce yapmayı seviyorum. Bu bir çeşit şımarıklık da olabilir kalıplardan hoşlanmamak da ama benim bir şeyleri yapış tarzım da böyle işte. Saat 9, kulağımda Bach’ın Aryaları var.

Bir şeye bakışımız o şeyin aslını değil ama bizim ona dair hislerimizi oldukça etkiler. Septikleri biliyorsunuz, insanın duyularının oldukça kaypak olduğunu ve hakikate erişirken duyulara dayanmanın hata olacağından bahsederlerdi. En ünlü örnekleri de suyun içine daldırdıkları dalın kırılmış gibi gözükmesiydi. O devrin düşüncelerinin üzerinden çok sular aktı ve pek çoğu unutuldu bile belki ama bu duyulara güvenmeme hususunu aklımızda tutalım ileride işimize yarayacak.

Film teknede bir ailenin erkeklerinin balık avlama etkinliği ile başlıyor. Belki çoğumuza çocukluğunda babasıyla gittiği etkinlikleri anımsatıyor. Belki de gidemediklerimizi. Bir adam bir çocuğa harita yardımıyla hayatla ilgili bir anlatı sunuyor. Arkada kilise müziklerini andıran bir fon onların sesini bastırıyor. Sanki bir şeyler gizlemek ister gibi. Oradaki mutluluğa gıpta ediyoruz ama kimin kim olduğunu da anlamaya çalışıyoruz.

Bir sonraki sahnede birbiri ardına şikâyet eden ev sahipleri gözlemliyoruz. Biraz önceki mutlu havadan eser yok. Sinir, problem, söylenme. Nerede benim mutlu anlarım? Birbirinden şikâyet eden ve görüşmek istemeyen insanlar… Bir sürü kişinin adı dolaşıyor, hiçbirini tanımıyoruz henüz ama hâkim hava bu, şikâyet. Baldızı evine misafirliğe gelecek bir adamı, yeğeni yatılı ziyarete gelecek diye başkasına dert yanan yaşlı bir kadını, ana karakterimiz Lee’ye âşık olduğunu duyduğumuz ama onunla dalga geçen bir başka kadını görüyoruz. En sonunda da önce Lee’nin onu duşta izlemesini isteyen sonrasında da onu küfürlerle evden kovan bir kadın gösteriliyor izleyiciye.

Bir sonraki sahnede bir bardayız. Lee kendisine ilgisi yönelen bir başka kadından da kaçıyor. Güvensizlik içerisinde olduğunu seziyoruz ama günü kötü geçtiğinden mi daha derin bir şeyler mi var anlayamıyoruz. Sonra ansızın belki de yok yere Lee’nin başlattığı bir kavga ve gecenin nihayete erişi.

Lee, ertesi güne yine binanın önündeki karı kürüyerek başlıyor. Sonra kardeşinin ölüm haberiyle bıçak gibi kesilen bir akış… Gerçi henüz ölüm mü bilmiyoruz ama bir şeylerin ters gittiğini anlıyoruz. Kötü şeyler daha da kötü bir havaya bürünüyor sanki…

Hastaneye varmasıyla melek gibi bir George ve hastane görevlileriyle tanışıyoruz. Bilirsiniz ya, klasik cenaze prosedürleri… Garip olan şey ne mi? Lee çok hissiz. Sadece duruyor, anlıyor ve kabulleniyor. İnsanlara neler yapacağını soruyor, itaat ediyor. George’a muhtaç aslında onun yardımının anlamı çok büyük. O bir şeyleri halledeceğini söylediğinde veya cenaze işleriyle ilgilenen bir başka kurum olduğunu ilettiğinde Lee’nin yüzünden mihnet okunuyor. Şunu yapın, bunu da yapın, birisi bunu halledebilir mi’den başka bir şey çıkmıyor ağzından. Sadece yerine getirilecek işleri dillendiriyor, adeta hemşireden bile hissiz.

Bu hastane sahnesi ileri geri yöntemine en çok başvurulan bölümlerden biri. Joe ölmüşken bir anda geçmişe dönüp Lee’nin kardeşi Joe’nin kardiyak arrestinin hikâyesini dinliyoruz. Ona iki farklı sebepten acıyoruz aslında. Hem hastalığından ötürü erken öleceği için hem de karısının o anda bile huysuz bir kişiye dönüşmesinden ötürü. En çok yanında olması gereken anda onu bıraktığı ve ben dışarı çıkıyorum kaprislerine girdiği için.

Sonra tekrar Joe’nin ölüm gününe dönüyoruz. Yine benzer şeylerden bahsediliyor. Eşyalarını bulamadıkları an bu sahne kesiliyor. Aynı çocuğun denizden ne yakaladığını bilmediğimiz gibi, Lee’nin tamir işlerini öğrenemediğimiz gibi bu sahne de yarım kalıyor. Bu yarım kalmışlık teması hemen hemen her yerde kendini tekrar ediyor. Yönetmen bir sürü kapı açıyor ama hiçbirini kapatmıyor. Bu döngüden daha fazla bahsetmeyeceğim, başka örneklerini lütfen siz bulun.

Sonra yeniden o tekneye dönüyoruz. Artık kim, kimdir biliyoruz. Çocuk, baba ve amca. Baba daha uzakta ve erişilmez. Kaptan köşkünde ne de olsa. Amca Lee daha çok ilgileniyor Patrick ile ama onun aklı babasında. Babası konuşmaya dahil olmuyor bile, aklı bambaşka yerlerde. Amcasına saygı duymadığını da fark ettiniz mi? Ona “Kes sesini!” derken söylediklerine inanmazken babasından onay bekliyor. Babasının cevapları kısa ve kesin. Aklından başka şeyler geçiyor ve bu sahne de böyle bitiyor.

Lee’nin mutlu günlerine dönüyoruz daha sonra. Aslında mutlu mu gerçekten diye soruyorum kendime. Çünkü çocukları ve hatta karısı onu tam kabul ediyor gibi değil. Kızı onun sarılma isteğini akıl almaz bir soğuklukla reddediyor önce daha sonra babasının ısrarla ve defalarca sarılmak istemesinden sonra kabul ediyor. Diğer kızı babası onu kucağına aldığında yere bırakılmak istiyor. Beşikteki oğlu bir kütle gibi dümdüz. Karısı seks isteğini reddediyor. Sevgi görmüyor Lee, yalnızca insanlara iyi davranıyor. Çevresindeki herkes, çocukları, karısı, yeğeni herkes onu cepte gördüğünden belki de sürekli küçümsüyor. O büyük bir safdillikle herkesin işine yaramaya devam etmek istiyor.

Günümüze tekrar dönüyoruz. Patrick buz hokeyi oynuyor. Bir kavga esnasında amcasının geldiğini görüyor ve hocasına küfrederek amcasının yanına gidiyor. Birlikte hastaneye gidiyorlar. Eve geliyorlar. Aslında yas tutacaklarını düşünüyoruz bu noktada. Yani en azından ben öyle yorumlamıştım. Bunu yapmak yerine Patrick eve arkadaşlarını çağırıyor. İnsanlar o kadar onu unutuyorlar ki Uzay Yolu iyi miydi değil miydi tartışmasına dalıyorlar. Sadece sevgilisi dönüp ona “İyi misin?” diye soruyor. Burada dikkat çekmek istediğim psikolojik bir örüntü var. Çocuk Patrick sevgisini cepte gördüğü amcasını göz ardı ediyordu, hakaret ediyordu ve babasının onayını arıyordu. Ergen Patrick de onu düşünen tek kişi olan sevgilisini aldatırken diğer arkadaşlarının saygısızlığını hoş görüyor hatta bu durum hoşuna bile gidiyor.

Geçmişte Joe, Lee ve Patrick bir yerden dönüyorlar. Joe karısının sarhoş olup sızdığını görünce sinirleniyor. Oğluna yukarı çıkmasını emrediyor. Çocuk durmak isteyince de emrini tekrarlayarak:

“Yukarı çık Pat.” diyor. Amcasının verdiği tepki hala çok yatıştırıcı ve övücü:

“Bugün topa harika vurdun.” Joe havlayan köpeğe küfürler ederek ve karısına sinirlenerek karısının üstünü örtüyor. Karısı alkolizm pençesinde birisi. Joe’nin hareketlerine dikkat etmenizi istiyorum. Fazlasıyla hissiz ve robotik. Bir koca değil de bir hasta bakıcı gibi. Hissiz ve vazifeşinas bir üst örtme var orada. Kadın ayılıyor gibi oluyor ve biz bu sahne nihayete eriyor. Evet, tekrar tamamlanmayan bir akış daha. Ah, sözümü çiğnemiş bulundum. Neyse gevezelik etmeye biraz daha devam edelim bakalım.

Bugüne gelirken Patrick annesine e-posta yazmaya gidiyor. Yatakta sevgilisini görüyoruz. Aslında Patrick yine aynı şeyi yapıyor. Elinde olan ve onu seven insanlardansa uzakta olan ve onunla bütün iletişimi kesmiş annesine ulaşmak istiyor. Sonra sabah olduğunda Patrick’in hocası onun birkaç gün hokey oynamaması gerektiğini söylüyor. Onu bir daha hokey oynarken görmüyoruz film boyunca. Yine açılmış bir kapı ama devamı yok.

Günümüzden devam ediyor akış, Patrick ve Lee vasiyet için avukata gidiyor. Joe her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplamış. Herkes için gerekli kararları vermiş. Ben öleceğim, Lee işini ve her şeyini bırakıp Manchester’a yerleşecek. Bu süreçte onun harcaması bu kadar olacak. Bütün bunlar için bankada ayırdığım şu kadar para kullanılacak. Lee’ye sorma ihtiyacı bir hissetmemesine dikkat ediyorsunuz değil mi? Tavırları şöyle adeta:

“Ben derim, olur. Çünkü ben herkes için en iyisini bilebilecek kudretteyim. İnsanlar finansal ihtiyaçları karşılanınca ve mantıklı kararlar onlara “tevdi” edilince mutlu olurlar. Duygular mı, aman canım sizde, ne duygusu o zayıflar içindir.”

Bu mirasın konuşulması sürecine flashback yardımı ile sürekli geçmişe gidiyoruz. Lee anımsıyor bütün olanları. Lee, Joe ve arkadaşları Lee’nin evinin bodrumunda oyun oynayıp içki içiyorlar. Lee’nin karısı Randy aşağıya iniyor ve herkesi büyük bir sinirle kovuyor. Hem adamlar hem Lee itiraz edecek gibi olduysa da boyun eğiyorlar. Jüpiter ve Kutup Yıldızı’na bir atıf var ama ben anlayamadım. Bu satırları okuyan ve çözen birisi varsa belki bana ulaşıp anlatmak ister. Daha sonra markete giden Lee, geri döndüğünde evini yanmış görüyor. İçeride çocukları var. Karısı Randy kurtarılmış ama diğer herkes yanarak can vermiş. Sebebini daha sonra polis sorgusunda öğreniyoruz. Çocukların üşüdüğünü düşünen Lee, karısının hastalığından ötürü kaloriferi açamıyor. Bunun üzerine şömineyi yakıyor. Gelin görün ki kapağı kapatmıyor ve ev yanıyor. Üç çocuğunun da ölümüne sebep oluyor…

Buradan sonrasını sahne sahne anlatmak istemiyorum. Tam bu nokta aslında Lee’nin hayatındaki birçok şeyi çözdüğümüz an oluyor. Bütün o sosyallik, arkadaşlar, şakacı tavırlar bu hatayla birlikte silinip gidiyor. Herkesten uzak, duygusuz, işleri halletmektense başkalarına yükleyen, sorumluluktan kaçınan bir kişiye dönüşüyor Lee. Bir çeşit nedamet-i ebediye mi ne dersiniz?

Peki bu film izleyenlere neden bu kadar dokunuyor biliyor musunuz? Kırmızı kabloyu kesiyor da ondan. Hepimizin duyularının kendine özgü dalları var, görüşlerimizi saptıran ve kendini kırık gösteren. Güvensizliklerimizden ve travmalarımızdan bahsediyorum. Bunlar ister istemez yetişkin hayattaki ilişkilerimizi etkiliyor. Ne kadar toksik olursa olsun kendimize tanıdık geleni seçiyoruz veya yeni ama yine toksik bir davranış örüntüsü geliştiriyoruz. Bu film de ne kadar davranış örüntüsü bulabilmişse toplumda var olan bu sorunları işlemiş. Yani aslında hepimiz içimizdeki çocuğun çektiği ıstırabı gözlemliyoruz ve gözlerimiz doluyor.

Filmi başlangıcında umursamaz bir baba görüyoruz. Aramızda ebeveynlerince sevgi görememiş insanlar yok mu? Umursamaz/işkolik/kuralcı bir baba veya hasta/alkolik/depresif bir anne tarafından yetiştirilen kimseler sokağımıza hiç uğramadı mı? Lee’nin durumunu düşünelim. Her ne iş yapıyorsa yapsın başarılı bir abinin gölgesinde yetişmiş. Şakacı olarak hayatı umursamayarak ve alkolle bu eziklik hissini uyuşturmaya çalışmış. Karısını gözleyin lütfen ne kadar buyurgan ve iş halledici. Abisinden ne farkı var? Karısı Randy Joe ve Lee arasında oluşan o buyurgan ilişkiyi replike ediyor aslında.

Patrick’in perspektifine geri dönelim. Ne annesinden ne babasından sevgi göremeyen Patrick, insanlarla sağlıklı ilişki kurma konseptine de epeyce uzak. İki sevgilisi olmasından başka hala kendisini etkinliğe çağıran kızların ilgisini kabul ediyor. Bunu gururlanarak amcasına anlatıyor. O kızlar veya sevgilileri sadece onun alamadığı ilk ebeveyn sevgisini doyurmak için kullandığı birer pınar. Ancak bu su tuzlu ve bu yolun sonunda ona çıkış yok. Annesine geri döndüğünde ne kadar tetikte yaşadığını hatırladınız mı? Aman bir hata yaparım ve beni sevmezler diye düşünüyor. Dersleri çok iyi, birçok spor takımında üstüne bir de grupta gitar çalıyor. Wonderkid değil de ne? Peki bu hayat doluluğu arasında hani kendine ayıracak zamanı? Hayır canım ne kendisi, en üst mertebeye çıkmalı ki sevilebilsin. Grupla çalışırken baterist çocuk hata yapınca herkes ne kadar kızmıştı hatırlıyor musunuz? Hataya hiç toleransı yok. Kendisini çok eleştiriyorsa da başkalarının eleştirilerine tahammülü yok. Patrick seks yapmak için sevgilisi ile yukarı çıktığında prezervatifi takamıyor, daha sonra da hediye bir oyuncağa çarpıyor. Sevgilisi ve sesi duyan annesi oyuncağın büyükanneden yadigâr olduğunu söyleyince onlara kızıp sitem ediyor. Sonu gelmez bir öfke. Hem kendine hem çevresindekilere. Aslında hata yapan herkese. Bütün bunları izlerken fondaki müzikler bir geçmişteki mutluluk bir günümüzdeki hüzün arasında savrulmamız da sersemletiyor bizi.

Tanıdık geldi değil mi? Yüzünüze kondurduğunuz hafif gülümsemeyi ve salladığınız başınızı görebiliyorum merak etmeyin. Özetle diyeceğim o ki içimizdeki kırgın çocuk çağrıştıkça duyuyoruz gönlümüzün tınısını. O da gözlerimizden yaş olarak akıyor.

--

--

Burhan Kibar
Burhan Kibar

Written by Burhan Kibar

Writes whenever feels. Rarely shares seldomly appreciates.

Responses (1)